KUVÂYI MILLIYE – YEDINCI BAP

922 AGUSTOS AYI
ve
KADINLARIMIZ
ve
6 AGUSTOS EMRI
ve
BIR ÂLETLE BIR INSANIN HIKÂYESI

Ayin altinda kagnilar gidiyordu.
Kagnilar gidiyordu Aksehir üstünden Afyon’a dogru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
daglar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erismiyecekti.
Kagnilar yürüyordu yekpare meseden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayin altinda dönen ilk tekerlekti.
Ayin altinda öküzler
baska ve çok küçük bir dünyadan gelmisler gibi
ufacik, kisaciktilar,
ve piriltilar vardi hasta, kirik boynuzlarinda
ve ayaklari altindan akan
toprak,
toprak
ve toprakti.
Gece aydinlik ve sicak
ve kagnilarda tahta yataklarinda
koyu mavi humbaralar çirilçiplakti.
Ve kadinlar
birbirlerinden gizliyerek
bakiyorlardi ayin altinda
geçmis kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadinlar,
bizim kadinlarimiz :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamiz, avradimiz, yârimiz
ve sanki hiç yasamamis gibi ölen
ve soframizdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve daglara kaçirip ugrunda hapis yattigimiz
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana kosulan
ve agillarda
isiltisinda yere sapli biçaklarin
oynak, agir kalçalari ve zilleriyle bizim olan
kadinlar,
bizim kadinlarimiz
simdi ayin altinda
kagnilarin ve hartuçlarin pesinde
harman yerine kehribar basakli sap çeker gibi
ayni yürek ferahligi,
ayni yorgun aliskanlik içindeydiler.
Ve on beslik sarapnelin çeliginde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayin altinda kagnilar
yürüyordu Aksehir üstünden Afyon’a dogru.

«6 Agustos emri» verilmistir.
Birinci ve Ikinci ordular, kit’alari, kagnilari, süvari alaylariyla
yer degistiriyordu, yer degistirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kiliç
ve 186326 tane piril piril insan yüregi
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kimildaniyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatiralara bagli, hatiralarin disinda,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtalari ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayaklari,
toprakli elleriyle yürüyorlardi.
Ve onlarin arasinda
Birinci Ordu Ikinci Nakliye Taburu’ndan
Istanbullu soför Ahmet
ve onun kamyoneti vardi.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
Ihtiyar,
cesur,
inatçi ve sirret.
Kirilip daglarda kalan sol arka makasi yerine
sasinin altina, dingilin üzerine
budakli bir gürgen kütügü sarmis olmasina ragmen
ve kalb agrilariyla
ve on kilometrede bir
karanliga yaslanip durdugu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
sahsinin vekarli kudretini resmen biliyordu :
«6 Agustos emri»nde ondan ve arkadaslarindan
«… ihzar ve teskil edilmis bulunan
ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil…» diye bahsediliyordu.
Ihzar ve teskil olunanlar,
bu meyanda Ahmet’in kamyoneti,
insanlarin, âletlerin ve kagnilarin yanindan geçip
Afyon – Ahirdaglari ve imtidadina dogru iniyorlardi.

Ahmet’in kafasinda uzak bir sehir ve bir sarki vardi.
Bu sarki nihaventtir
ve beyaz tenteli sandallari,
siyah mavnalari,
günesli karpuz kabuklariyla
bir deniz kiyisindadir sehir.

Vantilâtörde adedi devir
düsüyor gibi.
Arkadaslar ileri geçtiler.
Ay batti.
Manzara yildizlardan ve daglardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oglum Ahmet,
çinar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür’ü,
kalk,
sira servilerin önünden yürü,
çesmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti’nin arka duvarinda
siyah çarsafli bir kadin
çömelip yere
dari serper güvercinlere
ve papelciler
semsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mizikçilik ediyor,
bizi dag baslarinda birakacak meret.

Ne diyorduk oglum Ahmet?
Dökmeciler sagda kalir,
derken, Uzunçarsi’ya saparken,
kösede, sol kolda seyyar kitapçi :
«Hikâyei Billûr Kösk»,
alti cilt «Tarihi Cevdet»
ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmis,
yani yemek pisirmek.
Hani, uskumru dolmasina da bayilirim pek.
Yaldizli kuyrugundan tutup
bir salkim üzüm gibi yersin.

Ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptilar sola.

Uzunçarsi’yi dikine inersin.
Sandalyacilar, tavla pulculari, tesbihçiler.
Ve sen Istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alismis oldugundan
sasarsin Istanbullulara :
ne kadar ince, ne çesitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Pasa Camii.
Urgancilar.
Urgancilarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsiz katir kervanlarini donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çingiraklar satilir.
Zindankapi, Babacafer.
Uzakta Balikpazari.
Kuruyemisçiler.
Yemis iskelesindeyiz :
sandallari, mavnalari,
günesli karpuz kabuklariyla
yüzüne hasret kaldigim deniz.

Sol arka lastik hava mi kaçiriyor ne?
Inip
baksam…

Yemis iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp’te Niyet Kuyusu’na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacaklari biraz çarpikti ama,
yesil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaslari da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasimpasa’ya yaklastik, beyaz basörtüsü…

Lastik hava kaçiriyor.
Derdine deva bulmazsak eger…
Dur bakalim Babacafer…

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlik.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettigine kizan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolasirken
Ahmet hatirladi :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire tasirken
kadincagiz…

Iç lastik boydan boya patladi.
Yedek?
Yok.
Daglarda avaz avaz
imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oglum Ahmet,
sana tek basina verilmistir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmis,
kendi bacagindan asilan bir koyun.
Süleymaniyeli soför Ahmet
soyun…

Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kirmizi kusak,
Ahmet’i postallarinin üstünde çirilçiplak
birakarak
dis lastigin içine girdiler,
sisirdiler.

Bu sarki nihaventtir.
Deniz kiyisinda bir sehir…
Beyaz basörtüsü…

Saatta elli yapiyoruz…
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da daglar anadan dogma görsün soför Ahmet’i,
dayan arslan…

Hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti…

 

Nazım Hikmet Ran