KUVÂYI MILLIYE – IKINCI BAP

YIL YINE 1919
ve
ISTANBUL’UN HÂLI
ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERI
ve
KAMBUR KERIM’IN HIKÂYESI

Biz ki Istanbul sehriyiz,
Seferberligi görmüsüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve Ispanyol nezlesi
bir de Ittihatçilar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914’ten 18’e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erisilmezdi seker
erimis altin pahasinda gazyagi
ve namuslu, çaliskan, fakir Istanbullular
sidiklerini yaktilar 5 numara lâmbalarinda.
Yedikleri misir koçaniydi ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldi çocuklarin boynu.
Ve lâkin Tarabya’da, Pötisan’da ve Ada’da Kulüp’te
akti Ren saraplari su gibi
ve sekerin sahibi
kapladi Miloviç’in yorganina 1000 liraliklari.
Miloviç de beyaz at gibi bir kari.
Bir de sakali Halife’nin,
bir de Vilhelm’in biyiklari.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
güzelizdir,
dört yanimiz mavi mavi dagdir, denizdir.
Öfkeli, büyük bir sair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demis
bize
ve bir baskasi,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
iste, arzederiz halimizi
Türk halkinin yüce katina.
Mevsim yazdir,
919’dur.
Ve tesrinlerinde geçen yilin
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanli dört düvele
anadan dogma çirilçiplak.
Ve kurumustu
ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
Fransiz, Ingiliz, Italyan, Amerikan
bir de Yunan,
bir de zavalli Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
ve damadi Ferit
ve Ingiliz muhipleri
ve Mandacilar.

Biz ki Istanbul sehriyiz,
yüce Türk halki,
malûmun olsun çektigimiz acilar…

919 Temmuzunun 23’üncü günü
pek mütevazi bir mektep salonunda
in’ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum’un kisi zorludur balam,
tandirinda tezek yakar Erzurum,
buz tutar yigitlerinin biyigi
ve geceleyin karli ovada
kaskati katilasmis, donmus görürsün karanligi.

Erzurum’da kavaklar, balam,
Erzurum’da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
Erzurum’da yaz gelip de basti miydi sicaklar.

Erzurum’un düzdür, topraktir dami.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
incecik ak yünden ehrami.
Yürek boynun büker, balam,
Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum’un adami
ve lâkin dönmesin gözü bir kere!…

Erzurum’da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karsi dövüslerinden onlarin.

Orda, bir Sûrayi Millî’den bahsedildi,
Iradei Milliyeye müstenit bir Sûrayi Millî’den.
Buna ragmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardi,
«makami hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardi içerde.

Buna ragmen,
«Bütün aksâmi vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
«Manda ve Himaye…»

Buna ragmen,
Istanbul’da birçok hanimlar, beyler, pasalar,
Türk halkindan kesmislerdi umudu.
Yagdirildi telgraflar Erzurum’a :
«Amerikan mandasi altina girelim,» diye.
«Istiklâl, diyorlardi, sâyani arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardi, mümkün degil,
birkaç vilâyet, diyorlardi, kalacak elde,
su halde, diyorlardi, su halde,
Memâliki Osmaniye’nin cümlesine sâmil
Amerikan mandaterligini talep etmegi
memleketimiz için en nâfi
bir sekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu sekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum’un kisi zorludur balam,
buz tutar yigitlerin biyigi.
Erzurum’da kaskati, dimdik ölür adam,
kabullenmez yilginligi…

Istanbul’da hanimlar, beyler, pasalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, siseler,
çiti piti dilleri ve pamuk gibi elleri
ve biçare telgraf telleri
devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu
söyle diyorlardi Erzurum’dakilere :
«Bizi bir basimiza biraksalar,
tarafgirlik, cehalet
ve çok konusmaktan baska müspet
bir hayat kuramayiz.
Iste bu yüzden Amerika çok isimize geliyor.
Filipin gibi vahsi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on bes, yirmi sene zahmet çekeriz,
sonra Yeni Dünya’nin sayesinde
Istiklâli kafasinda ve cebinde tasiyan
bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdigi memleket ve millet hayrina
nasil bir idare kurdugunu
Avrupa’ya göstermek ister.
Hem artik isi uzatmaga gelmez.
Çok tehlikeli anlar yasiyoruz.
Sergüzest ve cidâl devri geçmistir :
Türkiye’yi, genis kafali birkaç kisi belki kurtarabilir.»

4 Eylül 919’da toplandi Sivas Kongresi,
ve 8 Eylülde
Kongrede bu sefer
yine ortaya çikti Amerikan mandasi.
Ak koyunla kara koyunun
geçitte belli oldugu günlerdi o günler.
Ve Istanbul’dan gelen bazi zevat,
sapsari yilginliklariyla beraber
ve ihanetleriyle birlikte
bir de Amerikan gazeteci getirmistiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sivaslilardan ve Türk milletinden çok
isbu Mister Bravn’a güveniyorlardi.
Bu zevata :
«Istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
«Mandanin, istiklâli ihlâl etmiyecegi muhakkak iken,»
dediler,
«Herhalde bir müzâherete muhtaciz diyorum ben,»
dediler,
«Hem zaten,»
dediler,
«birbirine mani seyler degildir
istiklâl ile manda.
Ve esasen,»
dediler,
«müstakil kalamayiz böyle bir zamanda.
Memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
vâridat ise 15 milyon ancak.
Ve Allah muhafaza buyursun
Izmir kalsa Yunanistan’da
ve harbetsek,
düsmanimiz vapurla asker getirir.
Biz Erzurum’dan hangi simendiferle nakliyat yapabiliriz?
Mandayi kabul etmeliyiz, hemen,»
dediler.
«Onlar dretnot yapiyor,
biz yelkenli bir gemi yapamiyoruz.
Hem, Istanbul’daki Amerikan dostlarimiz :
Mandamiz korkunç degildir,
diyorlar,
Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi Istanbul’dan gelen zevat.
Sivas, mandayi kabul etmedi fakat,
«Hey gidi deli gönlüm,»
dedi,
«Akilli, umutlu, sabirli deli gönlüm,
ya ISTIKLAL, ya ölüm!»
dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarliydi Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babasi marangozdu.
Seferberlik denince aklina Kerim’in :
çok beyaz bir yastikta kara sakalli bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliginde patates toplayip
kaz gütmek,
mektep kitaplari
ve bir de saçlari altin gibi sari
fakat alni çizgiler içinde anasi gelir.
335’te Kerim Eskisehir’e gitti,
mektebe, teyzelerine ve dayisina.
Dayisi simendiferde makinistti.
Düsman elindeydi Eskisehir.
Kerim on dört yasindaydi,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
ve dünyaya merakli bir çocuktu.
Dayisi sürmege gittigi günler simendiferi
Kerim’e ekmek vermediginden teyzeleri
(çok uzun saçli, ihtiyar iki kadin)
Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
(sasilacak sey)
Türkçe bilmeyen
ve siyah sakallari, siyah gözleri parlak,
avuçlarinin üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim’e bisküviti kutularla atan amcalardi.
Kocaman bir ambarlari vardi,
Kerim içinde oynardi.
Ambarda nohut çuvallari, bakla, kuru üzüm,
(sasilacak sey,
katirlarin yemesi için)
ve sonra cephane sandiklariyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayisi Kerim’e :
«Ambardan silâh çalip bana getir,
gâvura karsi koyan zeybeklere gönderecegim.»
Ve ambardan silâh çaldi Kerim :
bir
bir tane daha
bes
on.
Aldatti Hindistanli dostlarini
zeybekleri daha çok sevdiginden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakalli amcalar gitti,
Kerim geçirdi onlari istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atip
zeybekler gelince Eskisehir’e
dayisi Kerim’i elinden tutup
verdi onlara.
Ve iste o günden sonra
bugüne kadar
kahraman bir türküdür ömrü Kerim’in.
Eskisehir’den alip onu
«Kocaeli Grubu» pasasina götürdüler.
Çatik kasli, yüzü gülmez bir pasaydi bu.

Çabucak ögrendi Kerim ata binmeyi,
sigirtmaç olmayi
-zaten bilgisi vardi bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kursun atimi yaklasarak
ve «Geçmis olsun» dedikleri zaman sasarak
düsman içinden geçip getirdi haber
götürdü haber.
Onu namli bir «kaptan» gibi saydi çeteler,
bir oyun arkadasi gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
bir fidan gibi cesur
bir fidan gibi vaadeden bir çocugun
sevinçle oynadigi bu müthis oyun
sürdü 1337’ye kadar…

Kocaeli ormani gürgen ve meseliktir :
yüksek
kalin.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yagmur yagmisti biraz önce.
Fakat islanmamis ki yerde yapraklar
karanlikta hisirtilarla yürüyordu beygiri Kerim’in.
Solda
ilerde
tepenin eteginde ates yaniyordu :
«Tekneciler» diye anilan
gâvur çetelerinin olmali.
Dallardan damlalar düsüyordu Kerim’in yüzüne.
Beygirin basi gittikçe daha çok karanliga giriyor.
Ipsiz Recep’in yanindan dönüyordu Kerim.
Kâatlar götürmüs
kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler’in atesini görmüs olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalkti.
Sasirdi Kerim.
Dizginleri birakti.
Sarildi beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuga art arda çarpiyordu agaçlar.
Meseleri ve gürgenleriyle orman
karanlik  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay dogmus olacak ki ortalik aydinlikti-
Ve Kerim ayni hizla geldigi zaman
Armasa’nin altinda Basdegirmenler’e
beygir ansizin kapaklandi yere,
tekerlendi Kerim.
Dogruldu.
Ve aklina ilk gelen sey
saatina bakmak oldu.
Kirilmisti cami.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topalliyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulagi kaniyordu Kerim’in,
Kirezce’ye geldiler
(Sapanca’yla Arifiye arasi),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes aliyordu.
Geyve’ye girdi ertesi aksam.
Beli o kadar agriyordu ki
inemedi beygirden
indirdiler.
Kerim’i bir yayliya bindirdiler.
Adapazari.
Sonra belki on gün, belki on bes,
kagnilar, mekkâre arabalari,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahsihan,
Konya,
Sile nahiyesi
(burda malûl gaziler için
takma kol ve bacak yapiliyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çikikçi Serif Usta.
Hâlâ rüyalarinda görür Kerim
incecik bir yoldan esekle gelip
üzerine dogru egilen
bu çiçekbozugu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim’i bayiltincaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kirilmis dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
Kerim’i kambur çikardilar.

 

Nazım Hikmet Ran